9 Şubat 2015 Pazartesi

Açlık ( Doğal Olmayan Bir Tarih ), Sharman Apt Russell



Yazar tokluğu belirten sinyalin açlığa oranla çok daha zayıf olduğunu belirterek metnini açmış. İnsan ırkının avlanılamayan bir gün/haftaya göre evrimleştiğini, bu gelişme esnasında açlığımızın zamanla arttığını aktarırken “açlık sanatçıları” konseptine giriş yapmış. Kafka irdelemesiyle metnini sürdürürken Kafka’nın esinlendiği gerçek karakterin hikayesini de okuruyla paylaşan yazar, Giovanni Succi’nin kariyerini de aktarmayı ihmal etmemiş. İletişim teknolojisinin gelişmesinin açlık çeken kadın ve çocukların görüntülerine aşina hale gelmemizi sağladığını belirtirken giriş bölümünde açlık ve ona dayanabilme konseptini fazlasıyla yüceltmiş. Knut Hamsun ve Orwell irdelemesiyle devam edip açlığın esasen ölümle ilgili olduğunu vurgulamış. 1. Dünya ve 3. Dünya arasındaki fark fazlasıyla ironik bir anekdotla aktarılmış.



Açlık gibi her gün yaşadığımız bir konuyla ilgili olarak şaşırtıcı derecede bilgisiz olduğumuzun altını çizen metin, fizyolojik süreci aç geçirilen saatlere bölerek detaylıca anlatmış. Antonio Damasio alıntısı yapan yazar,iştahın biyolojik olarak doğmuş tecrübe ve kültürle şekillenmiş bir tutku olarak tanılarken yemek konusundaki şüpheciliğimizin bir omnivor savunması olarak evrimleştiğini belirtmiş. Kusma hareketinin sadece rahatsızlık verici bir düşünce ile başlayabileceğini, erkeklerin açlığa kadınlardan daha az dayanıklı olduğunu buna rağmen kadınların daha çok yeme bozukluğuna yakalandığını ifade edip arttırılmış iştahın yavaşlamış metabolizma ile birleştiği zaman çağımızın en büyük sıkıntılarından ( 1. Dünya sıkıntısı elbette ) biri olan “morbid obeziteye” dönüştüğünü aktarmış okurlarına.

İnsan vücudunun hayatta kalma mekanizmasına bağlı olarak kendini kilo kaybına karşı şiddetli biçimde koruduğunu belirtip gıda yardımı kavramına geçiş yapmış: “ Bazı Amerikalılar açlığı inkar ederken diğerleri çözüm olanaklarını sorgulamaktadır; muhtaç olanlara yiyecek verirsek, yiyecek, gıda temel bir hak ise onları çalışmaya ne teşvik edecek?”  Fiziksel açlığın ruhsal açlık için iyi bir benzetme olduğunu, vücudun tutkularını da kapsayacak şekilde kültüre yerleştiğini bu yüzden yoksunluk ayinlerinin ( oruç ) vücudun ruhla takas edilmesi sürecinde bir metafor olduğunu  eklemiş. Orucun psişik güçlerle ve spiritüalizm ile ilişkilendirildiğini ancak daha sonra alternatif tıp metotları arasında yer alacak biçimde şekil değiştirdiğini de okuruyla paylaşan yazar, tüketici olmayan terapi adı altında orucu her yönüyle irdelemiş.



Açlık grevlerine geçiş yaparken bu eylemlerin dünyayı utandırmak ve değiştirmek amacıyla yapıldığını vurgulayan yazar, bu eylemlere katılan insanların soyunup çıplaklıklarını dönüştürüp çaresizliklerini dünyaya sunduklarını, kavramların toplum ölçeğinde değişerek bu zayıflığın ( kelime ve mecaz anlamıyla ) bir güce dönüştüğünü ifade etmiş. 2. Dünya savaşına katılmayı reddeden vicdani redçilerin “ İyi savaşta” savaşmasalar bile cephedekilere yardımcı olacağına kanaat getiren bilim adamlarının ünlü “Minnesota Deneyleri” ni irdeleyen yazar okurunu dehşet içinde bırakıyor: “ Kuşaklarını kaderini paylaşmak adına denek oldular. Böcek öldürücü sprey ve tozları test etmek için bitli iç çamaşırı giydiler. Kendilerine kasıtlı olarak tifo,sıtma,zatürre mikropları bulaştırıldı. Hepatit çalışmalarının bir parçası olarak dışkı yuttular. Uç sıcaklık ve soğuğa dayanmaları istendi...” ‘. Dünya savaşı açlıkla ilgili araştırmaların yapılması için etiğin söz konusu edilemeyeceği koşullar sunmuş da olsa Varşova’da Yahudi doktorların Nazi zulmü altında açlık hastalığında ölümüne gün sayan hastalara mekik çektirmeleri gibi Minnesota deneylerini aratmayacak dehşetleri okuruna sunan yazar, herhangi bir görüş belirtmeden konuları kapatmış. Kıtlık ve açlığın antropolojik etkilerine kitabında son derece az yer veren yazar, bir sonraki bölümünde tabu konulara giriş yapmış.

Ukrayna’da 1932-33 yıllarında ve Leningrad kuşatmasındaki kıtlıkta yamyamlığın baş gösterdiğini, bugün en büyük nüfuslu ülke olarak görülen Çin’in 2000 yıllık kayıtlı tarihinde 1828 kıtlık bulunduğunu ve bu kavramın kültüre yerleştiğini belirtmiş. Kıtlık durumlarında “resmi olarak” çocukların satılabileceğine veya yenebileceğine karar veren Çin imparatorluğunun halk tekerlemelerinde bile yamyamlığın imalarının bulunduğunu gösteren yazar, okurunu buz kestiriyor: “ Degiş çocuğu pişir yemeği.( kendi çocuklarını yiyemeyecek kadar yufka yürekli insanlar komşularıyla çocuklarını değiştirirmiş...) 1958’de büyük kıtlıkta 40 milyon insanın açlıktan öldüğü kayıtlara geçen Çin, dünyanın en büyük 8. Ekonomisi olmasına ve gıda ürünleri ihraç etmesine rağmen Brezilya’da açlıktan ölen çocukların bugün dahi normal olduğunu ve ailelerinin bu çocuklara “Ziyaretçiler” olarak isim taktığını aktaran yazar, duygusal açıdan çok masraflı bir okuma sunuyor.
Sağlık sorunlarını açlığa ve kötü gıda politikalarına atfetmek istemeyen yönetimlerin bunu sinir hastalığı kategorisine çekerek koltuklarını koruduğunu,” Aç bir vücut güçlü bir eleştirmendir, oysa hasta biri kimseye karışmaz.” Alıntısıyla vurgulayan yazar, açlığın varlığının kabul edilmesinin siyasal intihar olduğunun altını sertçe çizmiş. Çocukların henüz deri rengi, kültür ve politikalarla ilgili ön yargılarla bağdaştırılmadığı için açlık sorununa “ ahlaki bir açıklık” getirdiğini ifade eden yazar, Kevin Carter ve ödüllü “akbaba” fotoğrafının perde arkasını yazmış. “ açlığın temel nedeni, gıda ya da toprak eksikliği değil demokrasi eksikliğidir. Aile içinde, köy ölçeğinde, ulusal ölçekte ve uluslararası ticarette.” Alıntısıyla sorunun temeline ışık tutan yazar aynı eleştirel tonu fazlasıyla iyimser olarak kurguladığı gelecek tablolarında veya çözüm önerilerinde yakalayamamış .(ekstra bilgi: şu anki üretim kapasitesi 11 milyar insanın tüm beslenme ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak durumdadır.)

Kıtlığın ve kültürün birleştiği bir başka durum olan İrlanda ve Aziz Patrick’in yaşamını irdeleyen yazar, İrlanda törelerinde yeri bulunun “tros cad ( mazlum veya yanlış yapılan kişinin hakkının tanınması için hukuksuzluğa neden olanın kapısı önünde açlık grevi yapması geleneği )” ı açıklamış. Kapitalizmin kükreyen savunucusu Malthusçuluğun ve açlığın doğallaştırılmasının etkilerini irdeleyen yazar, Büyük İrlanda Kıtlığı’nı anlatmış. Bu Kıtlıktan sonra açlığın bir hak etme sorununa dönüştüğünü, mevcut olan gıdayı yoksulların elde edecek paraları olmadığını,onları alamaya hak kazanmadıklarını vurgulayan yazar, düzenli bir aylığı veya sosyal yardımı olmayan muhtaçların hikayesi üzerinden “açlığın” kelime anlamıyla dünyayla olan ilişkimizi başlattığını belirterek metnini kapatmış. 40 sayfa kaynakça veren kitap, kimi yerde tonunu hafifleştirse de incelikli ve detaylı olduğu kesinlikle yadsınamaz. Etkilenmeden okumanın söz konusu olmadığını belirtmeliyim, iyi veya kötü bu kitap okurunu kesinlikle etkileyecektir.

6 Şubat 2015 Cuma

Masallar ve Toplumsal Cinsiyet, Özlem Melek Sezer


İktidarı sorgulayan değil, ona destek olan, fon ne kadar fantastik olursa olsun aşk ve aile ilişkilerinde bir kalıbı sağlamlaştırmanın ötesine geçmeyen, cinsiyetçi masalların daha fazla yayılmış ve kemikleşmiş olduğunu vurgulayarak metnini açan yazar, klasik masalın halk kültürünün billurlaşmış hali olduğunu belirtiyor. Otto Rank’ı alıntılayıp entellektüeller için bile eleştirel dikkatten uzak kalan masalın, hoşça vakit geçirme anlamıyla sınırlandırılıp çocukça ve bazen de niteliksiz bir sahtekarlık olarak nitelendirildiğini oysa masalın bilinç dışının simgeleriyle görünür yüzeyin altına karmaşık labirentler kurarak ikincil bir hikaye işlettiğini ifade ediyor.

“Bir zamanlar, ülkenin birinde, bir padişah yaşarmış...” söylemindeki “yer,zaman ve kişi belirsizliği” nin eleştirileri cezadan muaf tutma görevi aldığını, toplumun kadının mağdur olanını yücelttiği için, masallardaki iyi kadınların genelde zor durumda bulunduğunu, doğrudan savunma yapamadıklarını, koruma edinmek için hikayesinin sahiplenilmesini sağladığını böylece mağdur olarak yönettiğini, yüceltilip ve onandığını ifade eden yazar, Kadınların mağdur olması motifinin erkekte gizli kalmış bir arzuyu ortaya çıkardığını vurguluyor: Kahraman olma. Bataktan kurtarılan güçsüz, saf genç kıza hayatı öğretmek motifini de “önemli olma arzusuna” bağlıyor. Propp’u alıntılayan yazar, masallarda kişilerin adları ve niteliklerinin değiştiğini ancak eylemleri yada işlevlerinin sabit kaldığını belirtirken bu sayede masalların hem olağanüstü bir çeşitlilik hem de aynı ölçüde bir tekdüzelik sunduğunu okuruyla paylaşmış.



Masalların ödüllerini ancak bağımlı kadın tiplerine sunduğunu, bağımsız kadınları ise olağanüstü sınırlarına çektiğini ( cadılar, dev anaları, büyücü,peri kızı... ) , erkeğin temel  değerlilik ölçütü olan kahramanlığın iki getiriye sahip olduğunu ( ödül-kadın, sosyal statünün yükselmesi ) vurgulayan yazar, cinsiyetçi değerlilik ölçütlerine uyan karakterlerin nihai ödülleri evlenerek kazandıklarını, bağımlılık ve bağımsızlık dayatmalarına aynı anda maruz kalıp bocalayan kadının masalın “kurtuluş mitlerine” ( beyaz atlı prens vs. ) yaslanma ihtiyacı duyduğunu belirten metin klasik psikanalitik açılımlamalara sırtını dayamış. Metin; geleneksel masalda ilk öpüşmenin büyüsünün, çirkini güzele, yaratığı prense, ölümü hayata, kötüyü iyiye çeviren bir dönüşüm sağladığının altını çizip erkeğin evlenince kadına güzel geleceği ya da değişeceği ama bunun karısının sevgisine sabrına kadınlık başarısına bağlı olduğuna bağlandığını ifade edip “Güzel ve Çirkin, Pamuk Prenses” açılımlamaları yapmış.

Libido ve Thanatos kavramlarına fazlasıyla yüklenen metin,  masallarda bir ölünün öpülmesinin normal koşullarda dehşet verici olabilecekken dikkat bile çekmemesi, evrensel bilinçaltında  yerli yerinde anlaşılmasından kaynaklandığını belirtirken Jung atfı yapıyor. Yeni Freudçular kadar Avusturya ekolünün vurguları net bir şekilde görünürken prensesi ancak prensin öpebildiğini böylece sınıf düzeninin korunduğunu ifade eden yazar, ilk öpüşmenin pek çok anlatıda kadının uysallaşmasını sağlayan en keskin araç olarak kullanıldığını belirtiyor. Masumluğuyla tanınan Batı masallarının ilk metinlerinde öpüşme yerine “tecavüz” ün yer aldığını reddetmeyi nazla karıştıran pek çok tecavüzcü benzer söylemleri, tecavüzün kadının fantezisi olduğu kabulüyle tekrarlandığının altını çizen metin son derece cesur açılımlamalarda bulunuyor.



Ana hedefi çocuğu yetişkin yaşamına hazırlamak olan masalların, ağırlıklı olarak ergenliğin sona eriş sürecini konu edindiğini, insanlığın temel ancak kabullenilmesi güç itkilerini şık kurgular içinde arzu gibi masumluktan da vazgeçmeyi gerektirmeyen kurnaz bir zarafetle doyuma ulaştırdığını ifade eden yazar, Aşağılamanın dişilik özellikleri üzerinden yapıldığını belirtirken cadıların ya çok güzel ya da çok çirkin olduğunu aşağılama ve yüceltmenin bu yöntemle yapıldığını örnekliyor.Çocuk oyunlarının da kıza kalmanın, erkeğe gitmenin simgelerini aşılamak için dizayn edildiğini, kadının kahraman olduğu hikayelerde yolculuğa erkek elbiseleriyle çıkılmasının dışsal alanın ( evin, sarayın vs nin ) eril olana ait olduğunun açık bir kabulü olduğunu ekleyen yazar, erkeğin kötü dişi tiplemelerini çoğu zaman hileyle yendiğini, dev anasının memesinin emilmesinin ( oral fiksasyon vurgusu hariç ) tıpkı ilk öpücük gibi teslimiyete neden olduğunu belirterek cinsiyetçi alt metni okuruna sunmuş. Adler göndermesi ve açılımlamaları ile metnine devam ederken masalların görkem ihtiyacını zirvede bulunan tamlamalarla tatmin ettiğini örnekliyor : en güzel kız, en cesur, en güçlü, en yüce gönüllü kişi vs... Metin, başkaldıramayan çocuğun kahramanın zaferine ortak çıkarak doyum sağladığını, kahraman aracılığıyla ruhsal,sosyal, ve fiziki koşullarla mücadele yöntemleri hakkında bilgi edinmesine rağmen cinsiyetçi, kadını kadını ödül-nesne olarak gören, acımasızca, intikam ve iyi-kötü nün kolayca ayrılabilir olduğuna dair söylemlerin başarı için düşünmeye değil fiziksel gücün ve alt etmenin fethin önemli olduğu vurguları da metinle beraber düş dünyasına aldığının altını çizmiş.



Yazar, masalların genellikle mutlu sonu bahşedeceği kızın bunu hangi özellikleriyle hak edeceğinin açıklamasıyla başladığını, her kurban rolünü üstlenen karakterin de başına gelen felaketlerde ilahi bir yan arayarak teselli olduğunu ( kumarbazın yanılgısı ), erkeği aşırı yüceltmenin sorumluluktan kaçmanın mantıksallaştırılmış bir yöntemi olduğunu ifade ederken toplumsal cinsiyet dair söylemlerin ne kadar cinsiyetçi olduğunu net bir şekilde sergiliyor. “Sindirella Kompleksi” ni irdeleyen yazar, Beauvoir alıntısı yaptıktan sonra, esas olarak kadını denetim altında tutmanın politik aracı olan tecavüzün, kadını hem erkeğin karşısında temkinli olmaya hem bir erkeğin korumasına muhtaçlığa; genellikle de evlilik kurumu içine hapsolmaya ittiğini savunmuş. Masallarda yalnızca aşka hayranlık onay kapsamında verilir, aşk ne kadar yüceltilirse yüceltilsin bu aşkın doğal sonucu olan erotizm göz ardı edilmeye mahkumdur, bunun yakışık kalmadığı simgesi işlenecektir diyen yazar, ilk aşkın unutulmaz olduğu ideolojisiyle ve ikinci kadını kötüleyerek ilk evliliğin kutsanmasını savunduğunu bu şekilde aile geleneğini koruma altına alır ve en ufak değişimin azap verici olacağı özdeşlemesini yaptığını belirtiyor.




Masalın nihai ödülün anlamının değiştirebileceği ancak ödül alınacağına dair inancın sabit kaldığı fikrini oluşturduğunu, güzel kızların çocukluktan çıkar çıkmaz korunaklı bir evliliğe geçtiğini, böylece güzelliğin cinsel anlam edinmesinin yaratacağı sorunların ortadan kaldırılacağını ifade eden metin, erkeği dünyayı katlanabileceği bir forma sokmak adına, herkes tarafından arzu edilecek bir kadın hayal eder ancak kadının herkes tarafından arzulanmasına tahammülü olmadığı için algıları ayrıştırdığını ileri sürmüş: Sevilecek/yatılacak, evlenilecek/eğlenilecek, azize/fahişe, iyi/kötü, ev/ meyhane... Görüldüğü üzere Oedipal kompleksi açılımında fazlasıyla kullanan ve düalizmle süsleyen metin, varlığını cinsellikte bulabilen kişiler tarafından arzulanan cinsel obje kendilerinden uzaklaştıkça hınç duygusunun geliştiğini ve bunun şiddet olarak dayağa ve lince dönüşebileceğinin uyarısında bulunurken tüm gücüyle bir “catharsis” aramakta olduğu izlenimi veriyor. Kadın cinselliğinin sadece gençliğe sıkıştırılmasının gençlikte umutsuzca güzelliğe koşmaya ve sonunda yanlış yönlendirilmiş bir yaşlılığa sürüklenmesine neden olduğunu, esasında masalın her derde bir deva içerdiğini ve evliliğin sınıf atlamanın en hızlı ve en keskin sonuç veren yöntemi olarak kullandığını ifade eden yazar, irdelediği ünlü masalları kitabının en sonunda açılımlayarak metnini kapatmış. Toplumsal cinsiyet kavramını masalların alt metinlerinde kovalayan metin son derece güçlü bir inceleme olduğunu her sayfasında belli ediyor. Cinsiyetçi söylem ve alt metinlere açıkça saldıran kitap ve yazarı takdiri hak ediyor.

31 Ocak 2015 Cumartesi

Görevimiz Uzay Boşluğu, Frank Herbert



Tau Ceti’ye yapılacak zorlu yolculuk için kullanılan klonlar ilk 4 yolculukta başarısız olmuştur. 5 Dünyalı adlı gemi, “Otomatik Akıl Merkezi”'ni öldürüp komutayı ele geçiren mürettebatı sayesinde yolculuğa devam etme şansı bulmuştur. Bickel, başarısız kaptan Tim’in yerine yönetimi ele alıp yolculuğu tamamlayabilmeleri için biyolojik parçası olmayan tamamen mekanik bir zeka yaratma çabasına girişmiştir. Klonların yolculuğu tamamlayabilmek için mekanik, fiziksel ve psikolojik zorlukların üzerinden gelmeleri gerekecektir...


Yumurta şeklindeki uzay gemisi, “Koza”, demirden bir rahim temsili olarak okurun karşısına çıkarken, cam rahimlerde büyümüş klonlar üzerinden bolca Freudyen ima yürütülüyor. Klonların mal olarak kabul edildiği ve dikte edildiği kurguda klonlarla herhangi bir ilişki kurulmasını engellemek adına Ay üssü çalışanları tüm diyalogları camlar veya monitörler ardından gerçekleştiriyorlar. OAM’ın çıldırıp mürettebatı öldürmeye başlamasını yüce bilim adamlarının öngörememesi veya önemsememesi motifi klonların harcanabilir olduğu düşüncesini vurguluyor. OAM’lar bilgisayar arayüzüne bağlanmış kavanoz içindeki beyinler olarak Broca’nın beyni atfında bulunurken, Damasio’yu doğrular biçimde bedensizliğin şizofreni, yabancılaşma ve deliliğe neden olduğu vurgusu aynı zamanda mekanik bilinç yaratmanın önündeki güçlüklerden birini de işaret etmekte.



Bilincin ne olduğu ve tam olarak nerede başladığı sorguları çok sayıda metafizik ve nörofizyolojik irdelemenin geçtiği romanda sıklıkla geçmekte. Shakespeare atfı yapan yazar, yaşamanın tanımı konusundaki tartışmaları da inceleyerek metnini zenginleştirmiş. “Klonların ruhu var mı? Kopyalandıkları kişiyle tamamen aynılar ve aynı hafızaya sahipler mi?” gibi sorulardan metin boyunca genellikle uzak duran yazar, hipnoz ve klasik şartlanma gibi bilim adamlarının cephaneliklerini klonların üzerine boşaltarak buna benzer irdelemeleri boş bırakmış. Bickel karakteri, sınırları olmayan bilim adamı olarak sağlam ateist argümanlar yürütüyor; Prue, Descartesçi bir tahakküm unsuru olarak kendi bedeni üzerinden insan ruhu ve zihnine hükmetmenin yollarını arıyor, Flattery hem sosyal hem de tıbbi iktidar olarak ( papaz / rahip ) varoluşlarını sorgulayan klonları dini nutuklarla uyuytup görevlerinden başka şeyler düşünememelerini sağlamak rolünü üstleniyor. Bickel modern bir Dr. Frankestein iken Flattery karşı ağrılığı gibi davranıyor ve metafizik açılımlamacı ve dini fanatik olarak göz dolduruyor. Timberlake yaşamın kutsallığını vurgulamaktan başka boyutu olmayan zayıf ve tek boyutlu bir karakter olarak kurgulanmış, yolculuğun askeri yönünü temsil etmekte.




Yazım hataları sıklıkla göze çarparken, gerilimi son derece yüksek tutan metin okuru kendine bağlamayı başarıyor.Bilinci biyolojik süreçlerden ayırma çabası, algısal perspektifleri bilgi felsefesi ışığında ele alınmış. Huxley atfı yapan yazar, bilincin tersine mühendisliğine giriştiği zaman metin teknik bir kullanma kılavuzuna dönüşüyor ve elektronik mühendisi, yazılımcı veya çılgın bilim adamı olmayan tüm okurlar için salyangoz hızında gelişen bir laf kalabalığı oluyor. İnsan merkezcilikten son derece uzak olan roman ağırlaşan temposu ve fazlasıyla teknik dili ile okurunu kendinden soğutabilir. Roman HARD ( gerçekten ) SF türüne dahil ve Makineden Tanrı ( deus ex machina ) motifine fazlasıyla bel bağlamış durumda. Yolculuğun sonunda ortaya çıkan yapay bilinç klonların kendisine tapınmasını talep ederek metni kapatırken ortaya çıkan tutarsızlık metnin tümünü ve kurguyu tehlikeye düşürüyor. Klonların yapay bir bilinç yaratıp yaşanmaz olduğu iddia edilen bir gezegende ( ki yolculuğun 400 yıl süreceği sürekli belirtildiği halde sürmüyor.. ) medeniyet kurmalarının insan ırkına veya bilimin ilerlemesine ne gibi bir katkıda bulunacağı soruları havada bırakılıyor. Çok başarılı bilinç, din ve sosyolojik sorgulamalar dışında zayıf kalan, ortalamanın çok az üzerinde bir hard SF.

21 Aralık 2014 Pazar

Işık Tanrısı, Roger Zelazny



Uzak bir dünyada yeniden kolonileşmeye zorlanan insanlık, teknolojinin gücünü kullanarak tanrılaşmış ve özel yetenekler geliştirmiştir. Orijinal mürettebat teknolojik üstünlükleri elinde tutarak düşük teknoloji düzeyinde bir toplum oluşturmuş ve kendilerini ölümsüz tanrılar olarak taçlandırmışlardır. Aralarından bir tanesi, Sam, İblis tutan, Işık Tanrısı bu düzene son vermek istemektedir. Sürgün edildiği manyetik bulutsudan bilinci geri çağrılan Sam... Cenneti yıkmaya kararlıdır.



Hinduizmin tanrıları suretlerine bürünen elit kesim, zevk içinde dünyaya hükmetmekte. Yeniden yaşam döngüsünün olduğu Hinduizmin seçilmesi, teknolojik bir gelişme olarak kısmi ölümsüzlük sağlayan beden değiştirme ile desteklenmiş. Gelecek yaşamında kelime anlamıyla kurbağa veya köpek olabilme olasılığı insanları hizada tutmaya yardımcı oluyor. “Science fantasy’nin en güzel örneklerinden olan kitap, kavramlarını son derece dengeli kullanmayı başarmış.

Sam’ı geri getirmek için büyük kumar oynayan Gece tanrıçası Rarti ve Ölüm Tanrısı Yama, Sam ile beraber cennetten kovulmuş diğer tanrılar. Sam’in zihni manyetik bulutsudan çağrıldığında ete kemiğe bürünse de zihni hala uzaklarda, bunu aşmak için onun dünyevi zevklerle kuşatılması, tersine aşkıncılık ve hedonizm atıfları yapan öğeler olarak okurları gözüne çarpacaktır. Ölümlülüğünü hatırlamak adına ( memento mori ) gereksiz risklere giren Sam, sıklıkla bilgi ve ahlak felsefesine atıflarda bulunan nutuklar atıyor. Gnostik görüşlerin hakim olduğu ifadeler gece rahipleri üzerinden aktarılmış. Tanrılara yüksek frekanslı duaların yollandığı, duamatiklerin olduğu bir dünyada saf dindarlık ve göstermelik dindarlık bir böceğin yaşamı üzerinden tartışılmış. Kimi yerde çok ciddi sorular soran ( “düşünce / niyet mi suçtur yoksa eylem mi ?” ) metin altyapısının dolu ve kurgusunun sağlam olduğunu her sayfasında belli ediyor.



Psiko sondalar sayesinde mahremiyet kavramı yok olmuş, bu makinelerle zihin okuyan Karma efendileri, kişinin gelecek yaşamında giyeceği beden karar verme yetkisine sahip elit bir ruhban takımı olarak portre edilmiş. Zihin aktarımı, bedenleri sadece kıyafete çevirirken ruhlar göçebe olmuş ki çilecilikle desteklenen Hindusizm pantheonun beslendiği ana kaynak da bu. Bilgi felsefesinden çok güçlü argümanlarla epidemiyoojik açılımlamalar yapan metin,popülist postülatlarını Sam üzerinden yürütüyor. Devrim için gerekli olan şartların sağlanması için çileciliğin şekillendirdiği toplumun değişmesi gerektiğini fark eden Sam, Budizmi topluma katıyor. Aşkıncılıka gönderme yapan ifadeler Budist geleneğin ifadeleriyle aktarılmış.



Jan Olvegg, Tanrılardan ateşi çalan modern bir Prometheus olarak resmedilmiş. Yaşam kalitesi üzerinde kelime anlamıyla belirleyici olan tanrılardan biri olarak Yama etik sınırlamaları tanımayan bilim adamı olarak aktarılmış. Dünya’yı bir avlak ve geneleve çeviren tanrıların bir hediyesi olan beden değişimi, yaş, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, aile ve evlilik kavramlarını ciddi biçimde erozyona uğratmış. Gandhi göndermesi, Sam’in pasif direnişi kullanmasında görülebilir ( Bhagavad Gita atfı olarak da algılanabilir tabi ). Gizli Kayıp Cennet atfı yapan yazar, Sam’in iblislerin -ki kendileri dünyanın yerlileri olan yaşam formları idi- zincirlerini kırıp cenneti işgal etmek niyetinde olduğu motifini başarılı bir şekilde kullanmış. Çok güçlü düalist argümanlar yürüten yazar, Taraka ve Sam’ın birbirlerinde hapis olması motifinde gizli Nietzsche atfında bulunmuş ve en başarılı motifini esaret pasajlarında kullanmış.



Doğa üzerinde tahakküm arzusu akıllı kent ve ormanların biyolojileriyle oynanmış canlılarına geçtiği pasajlarda görülebilir. Doğal seçilim döngüsünü kıran teknolojik üstünlükler, düzen ve medeniyet ile bağdaştırılırken, doğa kaos ve vahşi bir varoluş şekliyle tanımlandığı metinde Hobbesçu bir yaklaşım hakim. Jung atfı yapan yazar, esasen Hristiyan olan bir Kara tanrı kurgularken hoş bir ironiye yol açmış. Nirriti, aynı zamanda yaşayan ölülerin de efendisi. Keenset Savaşında teknolojik bilgilerin halk inmesiyle endüstriyel devrimin yolu açılmakla beraber, yeni yetme tanrılar, eskilerin gücüne denk değil. Cennetin gücündeki ciddi gerileme kara tanrının cennete yürümesiyle son buluyor. Tüm metin boyunca Cennete savaş açmış olan Sam’in Tanrılarla işbirliği yapması ve sakin bir geçiş süreci için pazarlık etmesi, metnin tüm argümanlarını suya düşürmese de okura soğuk duş etkisi yaptırabilir. Genelinde aldığı ödülleri sonuna kadar hak eden dolu, ve güçlü bir metin. Bilim kurgu hayranları “ Science fantasy” nin en güzel örneklerinden olan kitaptan ziyadesiyle keyif alacaktır.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Vakıf İleri, İsaac Asimov



Seldon’un kaçışı ve Wye bölgesinde başarısız olmuş darbe girişiminden 8 sene sonra, Sterling Üniversitesi’nde Matematik bölüm başkanlığı yapan Hari, Yugo Amaryl ile birlikte psikotarihi geliştirmektedir. Yükselen bir hareketin lideri olan Joranum, psikotarihi açıkça talep eden tehlikeli bir demagog, fikirlerini ialn etmekten çekinmeyecek kadar  da kibirli. Popülist akımın demagog liderin yarattığı politik gerilimi istemeden de olsa üzerine çeken Hari, sessiz sakin kuramını geliştirmek için Demerzel’e yardım etmek zorunda kalır...

Raych’ın kimlik bunalımı ve rolleri arasında seçim yapamayacağı endişesi  ailevi gerilimi de metne bir motif olarak katarken, politikanın çirkin yüzünü alaya alan yazar, karalama kampanyaları gibi manevraları da  güldürü öğesi olarak kullanmış. Cleon’un krizi çözdüğü için Demerzel’in yerine Hari’yi başbakan ataması ortayaşlı tarihçiyi daha çok göz önüne çıkarmak dışında bir işe yaramıyor. Sadece bilgiye sadakat duyan ve sağlıksız biçimde, saplantılarına gömülen Yugo, genç bilim insanlarına ibret öğesi olabilir.Siphos atfında bulunan yazar, toplum mühendisliğinin ilk adımlarını atan hari üzerinden termodinamiğin 3. Yasasına da gönderme yapmış. Entropi her geçen gün Trantor’da daha çok kendini gösterirken yazar Ortaçağ’a özgü, hurafelere inanç ve dogmatizmle de dalga geçmiş.

Joranum’un sağ kolunun vahşi bir darbe planlıyor oluşu ve Namarti karakteri üzerinden Makyavellizm eleştirilmiş. Malthusçu önermeler, Trantor’un nüfus sorunundan bahsederken su yüzüne çıkmakta. Din ve mistisizm sorgusuna giren yazar, Mandell Grubar karakteri üzerinden bireyselcilik vurgusu yapmış ve tek bir bireyin her şeyi değiştirebileceğini belirtmiş. Projesi büyüdükçe akademik kıskançlık ve komplolarla da yüzleşmesi gereken Hari’nin torununun bir telepat olduğunun ortaya çıkmasıyla İkinci Vakıf’ın da temelleri atılıyor.



Çağının ilerisinde her bilim insanı gibi sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalan Seldon, romantize edilen bilim adamı motifi olarak işlenmiş. Düalist ifadeler ve argümanlar Seldon Planı’nın Birinci Radyant’ında vurgulanırken metinde de yoğunlaşan entropi, karakterlerin yaprak dökümüne neden oluyor. Tuğla tuğla kurulan Vakıflar ve Seldon Planı’nın mirasıyla umut dolu bir kapanış yapmaya yeltenen yazar, yazdığı en hüzünlü Vakıf romanının etkisini henüz üzerinden atamamış okurlarına aktarmak istediği son vurguları aktaramıyor. Hari’nin son sözleri okuruna duygusal bir yumruk gibi iniyor. Böümlere ayrılmış olan roman, tanıdık karakterlere tek tek veda ederken okurunda güçlü bir iz bırakarak seriyi kapatıyor. Hard SF hayranlarına tam bir şölen.

12 Aralık 2014 Cuma

Vakıf Kurulurken, İsaac Asimov


Heisenberg’in belirsizlik ilkesine atıf yaparak metnini açan yazar, efsanevi karakter Hari Seldon’u zamanının imparatoru Cleon’un karşısına çıkarıyor. Seldon’un gençliğine tanık olduğumuz olaylar serisi Yerini güçlendirmek isteyen imparatorun geleceğin mühendisliğinin yapılıp yapılamayacağını öğrenmek istemesiyle başlıyor. Newtonyan fizik ve kuantum fiziğinin karşılaştırılması üstü kapalı olarak yapılırken statü sorgusuna da girmeyi ihmal etmeyen yazar, pastoral bir özlemi tasvirlerinde can bulduruyor.

 Elitizm eleştirisini Cleon üzerinden götüren Asimov, fazla bolluğu can sıkıntısı ve intihar  arzusuyla ilişkilendirerek Roma döneminin çöküşünü fazlasıyla dramatize etmiş. Hummin karakterini geçit bekçisi rolünde kullanan yazar, Seldon’un gözlerini açarak Galaktik İmparatorluğun çökeceği vaadinde bulunuyor. Metninde askeri harcamaların altyapı ve sağlık alanlarına kaydırılmasını sıkı şekilde savunan yazar, Sterling Üniversitesi gibi eğitim kurumlarını kutsal bir konuma taşıyarak devletin bu kurum üzerinde güçsüz olduğunu belirtirken sarsılmaz ve dokunulmaz bir bilim yuvası hayali kuruyor.



Statü derdi olmayan kıdem çatışması yaşamayan üniversite fikri gerçekten “fantezi” de kaçsa, yazarın kend hayatına atıf sayılabilecek motifler metnin kimi yerlerinde son derece ön plana çıkıyor. Aşırı uzmanlaşmanın bilgiyi ulaşılamayacak bir konuma getiridiğini savunan Asimov, meteoroloji ve “psikotarih” arasında bağlantı kurarken ikisinde doğaları gereği kaotik olduğu gerçeğinden yararlanmış. Küresel ısınma uyarısı ve çevreci endişeleri dile getiren yazar, Trantor’u yapay bir rahim olarak tanımlarken Freudyen imalarla donatsa da çok ciddi sorular sormayı ihmal etmemiş: Tamamen rastlantısal bir durum kurala dönüşebilir mi? Kaos kendi içinde düzenli mi? Buna benzer laf arasında geçen ifadelerle tuğla tuğla kurulan psikotarihi irdelemek hayranları için ayrı bir zevk olacaktır.

Seldon’un düştüğü paranoyayı gergin atmosferle destekleyen yazar, Psikotarih’i dah küçük ve yoğun bir imparatorluk modelinde bir metropolde ( trantor) denenebileceğini ifade ederken Einstein-Bose Yoğuşuğu’na atıfta bulunmakta. Konformizmin uç noktaları Mycogen’li tüysüz birörnek halkta işlenirken yazarın klostrofilik görüşleri bu bölümlerde su yüzüne ( ya da metin?? ) çıkıyor. Gizli Orwell atfında bulunan metin, determinizm ve özgür irade tartışmasını işlerken Dors Venabili özgür iradeyi temsil ederken, Hari Seldon ise determinizmİ savunma rolünü üstlenmiş ( çok ironik bir motif ) Marx alıntısı yapan yazar, yoksul ve düşkünlerin dini inançlarına bağlılığını irdelemiş. Hırçın bir di sorgusuna giren yazar, kültürel görelilik gibi konuları metninin dışında bırakmamış ve Laplace alıntısı ile son görüşünü şekillendirmiş. Erotik kurgu oyunlarına başvurmasında geç dönem eseri olduğu anlaşılan metin geç Viktoryen ahlak kalıplarına saldırmış.




Popülist argümanları Yugo Amaryl üzerinden yürüten yazar,Dahl’da kabaran isyan hareketi üzerinden Fransız Devrimi’ne atıfta bulunmuş ve devrim sonrasına dair postülatlar yürütmüş. Dahl polisinin kötü muamelesi, otorite ve adalet sorgusu motifine taban oluştururken , önemli karakterlerden biri hakkında ardında fazlasıyla ipucu bırakan yazar, hoş bir kurgu oyunu ve romantik bir sonla metnini kapatmış. Tam bir hard SF olan roman, psikotarihin yarıtanrısı Seldon’un kuramı ve maceralarını merak eden tüm Vakıf hayranlarını tatmin edecektir.

11 Aralık 2014 Perşembe

Mikrobun Keşfi, John Waller


Hippokrates ve Galenos’un yolundan giden 18. yy doktorları doğal olmayan etmenlerin, doğa yasalarını çiğnemesi sonucu vücut sıvılarının alt üst ederek hastalığı yol açtığını düşünüyordu diyerek metnini açan ve geçmişin tıbbi yaklaşımına ışık tutan yazar, tıbbın sahip olduğu kusturucu, idrar söktürücü ve müshil cephaneliğinin nedenini vücut sıvılarının dengelenmesi dogmasından çıktığını açıklıyor okurlarına. Dönem doktorlarının insan vücudunu hidrolik bir makine gibi gördüğünü bu yüzden enflamasyona savaş açmanın önemine inandıklarını vurguluyor. Doktorların farklı tıbbi geçmiş ve yaşam tarzına sahip hastalarında dahi etmeni içeride değil dışarıda arıyordu dolayısıyla her hastaya özel bir tıbbi neden uydurulduğunu belirten yazar, aynı zamanda aşağılık kompleksiyle desteklenen doktorların hasta ziyareti yapması, zengin hastaların başucunda saatler harcamaları ve sadece bir hastaya bakmaları gibi nedenlerden ötürü ortaya çıkan hastalığı fark edemediklerini  ve koşulları bireyselleştirdiklerini belirtiyor.



Zehirli inorganik parçacıkları “miasma” olarak tanımlayan tıbbın hala bulaşma kavramına uzak olduğunu ancak “Kara Veba” dan sonra bulaşma algısının oluştuğunu belirten yazar, Avrupa’da bilinen ilk bilinçli aşının 1721’de çiçek hastalığına karşı İstanbul’da öğrendiklerini uygulayan bir İngiliz aristokrat tarafından yapıldığını da eklemiş. 1700’lerde morgdan önceki son durak olan hastaneler, hastaların ölmeyi bekledikleri lağım çukurlarından farksız olduğunun ve Fransız Devrimi’nde varlıklı hastalar da can verdiği için doktorların hastane ziyareti yapmaya fırsat bulduğunu söyleyen yazar, modern tıbba okurun şükretmesini sağlıyor.

Hastaya gösterilen itaatin azalmasıyla toplumsal nezaket kurallarının aşındığını ve böylece fiziksel muayenenin ortaya çıktığını belirten yazar, her yıl yüzlerce kadavrayı kesip biçme lüksüne kavuşan doktorların hastalıkları daha yakından incelemesinin mümkün olduğunu ifade etmiş. Bulaşma savının kaydını tutan ve savunan ilk doktorun İskoçyalı Alexander Gordon ( 1789) olduğunu ekleyen yazar, İgnaz Sammelweis’in karşılaştırmalı araştırma yaparak loğusa hummasının ( kendi hastanesinde ) neden kaynaklandığını bularak bir adım daha ileri gitti diyen yazar, doğumların otopsi odasından doğruca doğumhaneye giden tıp öğrencileri tarafından yapıldığını da eklemiş. John Snow’un modern epidemiyolojinin temellerini atan çalışmasını açıklayıp Liebig ve Pasteur arasındaki yarışmaya geçmiş.

Isının kontrol edilmesiyle ve mayalanmanın organik bir süreç olduğunun ortaya çıkmasıyla üne kavuşan Pasteur’ün , ipekböceklerinin hastalığını incelerken  sekonder zararlanma ve eradikasyonu da keşfettiğini belirten yazar; 1870’lerin sonlarında doktor ve cerrahların bugün aşina olduğumuz sterilizasyon ve güvenlik önelmlerini kulanmaya başladığını ifade etmiş. John Lister’in karbolik asidi keşfetmesi, Robert Koch’un belirli mikroorganizmların belirli hastalıklara yol açtığını kanıtlamasıyla ağır darbeler alan “miasma” algısının parçalanmasının yakın olduğunu, Pasteur’ün şarbon aşısını Roux ( yardımcısı) ve Touissant( rakibi ) yardımıyla bulmasıyla iyice gözden düştüğünü  belirtmiş. Koch’un ünlü 4 postülatını aktaran yazar, lab kültürlerinin geliştirilmesi ve verem mikrobunun izole edilmesi gibi sıçrama noktalarını okuruyla paylaştıktan sonra, bir çok ölümcül hastalığın toplumun fakir kesiminde daha çok görülmesinin seçkin sınıfların hastalıkları tembellik ve kişilik zaaflarına yormasına bunların ahlaki bir ceza olarak görmesine neden olduğunu eklemiş. (“İnce hastalık” son derece zarif seçkin ve soylu insanları da hedef aldığı için bu görüş de aynı zamanda darbeler almış.)



Pasteur’ü yaşamını okuruyla paylaşan yazar, tifo araştırmaları sırasında bağışıklık proteinlerinin keşfedildiğini, birçok doktorun vücudun bağışıklık mekanizmasının ancak yaşayan bir mikropla aktive olacağı düşüncesine saplandığını ancak Richard Pfeiffer’ın bu görüşü yıktığını da ekleyen yazar, 20 yıl içinde ( 1879-1899) tıbbın hiç bu kadar derinden ve hızlı bir değişim geçirmediğini vurgulayarak tıbbın artık bir sanat değil bir bilim halini almasıyla değişim ve gelişmelere daha açk olduğunu ifade etmiş. Yazar, günümüzün tuvalet , sanitasyon, mikrop korkusu gibi konularına değinerek metnini kapatmış.

Bilim tarihiyle ilgilenen okurlar için tam bir şölen.