28 Temmuz 2013 Pazar

Düşüş, Ketil Bjornstad


Erling Fall, Norveç'li bir sulh yargıcıdır. Sevdiği kadının onu aldatıp terk etmesinden sonra üvey kızlarını da alıp gitmesi, Fall'u iş göremez hale getimiştir. Geçirdiği ağır depresyondan kurtulmak adına çılgınca şeyler deneyecek seviyeye gelen Fall, çocukluk arkadaşlarından birinin çağrısına cevap verir ve Dünyanın doruklarına yapılacak bir geziye dahil olur. Norveç'in seçkinlerine kendini ispat ettikten sonra onlara dahil olan Fall, Kvaerland grubu adına yeni yatırımlar peşinde koşacak bir danışman olur. Ancak kendine saygısını yerine getirmek için alması gereken uzun bir yolu vardır...

Yazar, çağa egemen olan kayıtsızlığı vurgulamak için çok doğru bir arkaplan seçmiş. Norveç'in Avrupa Birliği ve diğer ırklara bakış açısı son derece dar olduğu için izole ve temassız yaşamlar sürdürdüklerini Fall ailesi üzerinden ele almış. Fall, karakter olarak çok katman sergileyemeyen ancak içinde bulunduğu çıkmaz ve depresyonu son derece güçlü aktaran bir karakter olarak okurun karşısına çıkıyor. Üstü kapalı bir freudyen sapma gösteren karakter, onu hor görüp incitecek kadınlar seçmek konusunda babasıyla aynı izleri takip ediyor. Tüm kitap boyunca okurun karşısına çıkan Merete Bover ismi, kimi yerde şeytanlaştırılıyor, kimi yerde yüceltiliyor. Karakterin özellikle kadınlara karşı "çekme - çatışma" döngüsünü tekrarlıyor olması, yazar üzerinden çok kez geçtiği için okurun normal karşılayacağı bir motif haline dönüşüyor. Karakterin özellikle kendi acısı karşısındaki duyarlılığı samimi bir tonda aktarılmış. Yönetilmeye ihtiyaç duyan bir karakter olan Fall, karısının onayını alamazsa ablasına, eğer ablası mevcut değilse annesine koşuyor. 

Gudmund Kvaerland karakteri üzerinden modern batının ikiyüzlülüğü ve çelişkilerini tanımlayan yazar, iki karakter arasındaki ilişkiyi tam olarak asla tanımlamıyor. Tutkularını yitirmiş yenilmiş erkeklerin hayatlarını tehlikeye atmadan yaşamda ilerleme kararı alamamaları durumu son derece güçlü ve kimi yerde mizahi tonlarda işlenmiş. Daha yüce amaçlara tutunarak varlıklarını onatmaya çalışan bu seçkinler grubu boş hedonizme sarılıyor ve çoğu zaman kayıtsızlıktan, nihilizmin kıskacından kaçamıyorlar. Kimi varoluşsal sorgularda tezatlarla vurgu yapmayı tercih eden yazar Apollonik ve Dionysosçu çatışmaları içerine mahkum olmuş insanları güzel betimlemiş. Nesne - özne karmaşası yaşayan karakterler anlamsız gösteriş budalalıkları ile statülerini her zaman belli etme gereği duyuyorlar.

Karakterin yaşadığı değişimler, özellikle rüyalarında gördükleri üzerinden açıklanmış. Rüyasında eski eşini boğduğunu gören Fall, yeni bir hayata hazır olduğu çıkarımını yapıyor ve karakter bir eşiği geçmiş oluyor. İkinci eşik ise dağcı arkadaşlarından birinin cesedinin yaşama döndüğünü gördüğü rüya ile kendini bitirme arzusuna karşı ve tutkusuzluğuna karşı baş kaldırdığı ilk an olarak okura sunulmuş. Komünizm ve kapitalizm çatışması konusu Fall'un yeni eşiyle olan ilişkisi üzerinden tartışılmış. Sahiplenme saplantısı gösteren karakter bir kıskançlık krizi sonucunda daha önceden akıl dahi edemeyeceği ( bir yargıç olarak karşısından durduğu ) bir şey yapmaktan geri durmuyor. Yazar sanki insanların sanıldığı kadar çok değişmediklerini vurgulamak istermişçesine Fall'a aynı döngüyü tekrar ettirmiş. yeni eşini kökenlerinden ve görüşlerinden fiziki olarak uzaklaştırıp izole eden karaktere veda ederken, okurun kültür farklılığından dolayı garipseyebileceği bir noktaya dikkat çekmek gereği duyuyorum. Yazar tüm karakterlerden bahsederken resmi bir dil kullanıyor. Tüm özneler tam isim şeklinde: Erling Fall, Merete Bover, Gudmund Kvaerland gibi...

Kitabın geneline bakıldığından son derece ilginç bir eser olduğu ortaya çıkıyor. Kimi yerlerde kendisiyle çelişen yazar, sanki bir vicdan muhasebesini sayfalara taşımış olduğu hissi verebiliyor. Öznelerin resmiyeti yüzünden karakterlerle özdeşleme sıkıntısı çekebilecek olan okur, samimi ifadeler ve itiraflarla ustaca esere tekrar bağlanıyor. Başarılı bir eser.

Not: Yazar önerisi için teşekkür ediyorum.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Malafrena, Ursula K. Le Guin


Taçsız kraliçenin bu romanı Orta Avrupa'da 1820'lerde ve varolmayan bir coğrafyada geçiyor. Prusya egenmenliği altındaki Orsinya halkı katı sansür ve özgürlük gaspları içerisinde yaşamaktadır. Malafrena Vadisi'nin küçük toprak sahiplerinden birinin oğlu olan İtale, tüm naifliği ve idealizmi ile devrim yapma düşünceleri içindedir, ancak içinde bulunduğu taşra koşulları onu ülkenin atan kalbinden uzak bıraktığı için ailesinin ısrarlarına karşı çıkarak başkent Krasnoy'a gider. Daha iyi yaşam koşulları ve özgürlük hayalleri ile dolu olan İtale, sıla hasreti, burjuva kayıtsızlığı ve geçim derdi gibi sorunları devrim yapmadan önce aşmak zorundadır. Kendi gibi aykırı gençlerle bir araya gelen İtale zamanla yeraltının güçlü  sesi olacaktır...

Eser boyunca sıklıkla Rousseau atfı bulunuyor. mektupların sansürlendiği gazete ve ifade özgürlüğünün gasp edildiği Orsinya için yasaklı kitapları okumak hem bir cüret göstergesi hemde orta sınıf çevrelerde statü belirtisi olarak kabul ediliyor. Küçük taşra beylerin olan Domey'lerden birinin büyük oğlu olan İtale üzerinden yazar çok sevdiği bir motif olan "kendi olma çabası" nı işlemiş. Varoluşçu esintiler kitabın tamamına hakim, yazarın imzası gibi olan uçma düşleri ile destekleniyorlar. Nietzche'nin "Güç arzusu" eserine gizli atıfta bulunan yazar, statü kısıtlamaları ve gizli kast sistemi ile desteklenen Viktoryen dönemin bütün sosyo-politik özelliklerini taşıyan bir coğrafya tasarlamış.

seçkin kastın züppeliği son derece güzel aktarılmış. İçi boşalmış kahraman motifini kullanan yazar, edebi özgünlük ve özgürlüğün ölümünü kaleme alırken açık sansür ve sosyal baskılara vurgu yapmış. Lazarus iması ise son derece trajik bir pasaja sürüklüyor okuru. İtale'nin aşk hayatı da sosyal hayatı da naifliğini zamanla yitirmesi ve farklı görüşleri yüzünden onu diğer insanlardan ayırırken kendi gibi olan özgürlük aşıklarına yaklaştırıyor. İtale ve Piera arasından filizlenmesi beklenen aşk kurgusu ise kendi çerçevelerinin dışına çıkamayan insanların kısıtlanmış hayatlarını vurgulamak için yarı yolda kalmış. Yazarın dili dönem koşulları gereği genelde resmi olsa da bahsettiği konular ve ifade tarzı samimi.

Yazar, aynı zamanda feminist vurgularla güçlü kadın karakterlerini sahneye sürmekten de çekinmemiş. Trajediye dönüşen roman ters psikoloji kullanarak okuru daha çok kamçılayan vurgularla süslü. Amadey karakteri üzerinden şiddetli depresyonu tanımlayan Guin, ortalama bir klinisyene yumruk ısırtacak bir psikolojik ve sosyolojik iç görüşe sahip olduğunu gösteriyor. Çıkarımları güçlü, insana dair çok şey barındıran bir eser. Edebi bakımdan "Lavinia" kadar güçlü bir yapıt. Ancak eserin bir tek eksisi mevcut akıcı bir yazım tarzına sahip değil ( esasen bu tarzın esere hakim olan o ilk atalete ulaşamayan, üzerine ölü toprağı serpilmiş ülke halkını ve koşulların altını çizen dahice bir yazın öğesi olduğunu düşündürdü.) Bu edebi şölen içinde bulunduğumuz durumu ve koşulları çok iyi kavramış bir yazarın okunması gereken eserlerinden birisi, gözüm kapalı öneriyorum. Keyifli okumalar dilerim. başka incelemelerde görüşmek üzere.







22 Temmuz 2013 Pazartesi

Malafrena # 2, Ursula K. Le Guin

"Dayanıklıydı, Emmanuel Sorde'nin dediği gibi, ama kaya gibi bir dayanıklılıktı bu, esneklikten yoksun. Bir kaya gibi hiçbir şeyden etkilenmeden iç bütünlüğünü koruyabilirdi, ta ki kırılıp parçalanana kadar..."

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Malafrena # 1, Ursula K. Le Guin

"Kimin özgürlüğü?"
"Hepimizin."
"Özgürlüğün sahibi olarak onu başkalarına dağıtabileceğini mi sanıyorsun?"

16 Temmuz 2013 Salı

Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf


Yazar deneme kabulündeki eserini geceye güzelleme pasajıyla açmış. Gece hepimizin eşit olduğunu , gerçek anlamda özgür olduğumuz tek zaman dilimi olduğunu belirtmiş. kavramların sözcüklerden önce var olduğunu savunan yazar, dünyayı sözcüklerle tutsak ettiğimizi, bizde aynı sözcüklerin tutsağı haline geldiğimizi ifade etmiş. Delilerin özgürlüğünü överken, tıbbi iktidarı seçkinlerin en güçlü kolluk kuvveti olarak okuruna tanıtmış. Yazarın genel olarak saldırdığı kollektif önkabuller arasında mimari seçimlerde bulunuyor. Mekan koşullandırmaları, duygu durumu ayarlamalarına değinen yazar mimarinin işlevselliği ön plana çıkarark insanı yok saydığını savunmuş.

Tekdüze zihin düzeneklerine ve belirlenmiş eylem kalıplarına mahkum edildiğimizi ifade den yazar, kahramanların otoritenin poster çocukları olduğunu ve önkabullerin inşasında önemli rol aldığını eklemiş. Özgürlük içinde yaşamaya cesaret edemediğimiz için bu işi tapındığımız kahramanlara havale ettiğimizi belirtip kötülüğün düşmanın özelliklerinden  ziyade hepimizin içindeki " düşman" kavramında saklı olduğunu söylemiş. çocukların değer sistemlerini ve ideolojileri kahramanlar aracılığı ile kimliklerine dahil ettiğini, bilgilendirme içinde boğulduğumuzu, " gerçek" bilginin ona aç olan kimselere ulaşmasının yıllar aldığını ifade etmiş.

İktidarların korktuğu şeyin muhalefet değil ciddiye alınmamak olduğunun altını çizen yazar, ardından cinsel kimliklere giriş yapmış. Cinsel kimliklerin birbirini dışlayan 2 şıktan ibaret olmadığını söyleyip belli kimlikleri benimseyip bunları daha sonra seçimmiş gibi mantıksallaştırdığımızı, sevgiyi vermek veya esirgeme eyleminin sevginin kendisini bir denetim aracı haline soktuğunu belirtmiş. Çocukların oyun düzenleri konusunda taraf seçme ve kamplaşma vurguları yapan yazar, ölümün farkında olmayan kimsenin yaşadığınında farkında olmayacağını, " ebediyen" sözcüğünün zamanı iptal ederek ölümü durdurma çabası olduğunu, hep yaşayacakmışız gibi düşünüp miskinleşerek yaşama aktif olarak katılamadığımızı, mesleki kimlik ve çıkarlarımız doğrultusunda ilişki kurabildiğimizi, kendi davranışlarımızı dahi verimlilik çerçevesinde tanımladığımızı , kusursuz insan imajına taptığımız için kusurlu insanlara acıdığımızı, hor gördüğümüzü  belirtmiş.

Kitabının son sayfalarına gelen dek işin biyolojik rolünü ve enerji korunumu yasasını dahil etmemesi çoğu çıkarımının temelini sarsıyor. Varoluşçulara dahil olduğu gün gibi ortada olan yazarın metininde May, Yalom, ve Fromm 'dan esinlenmeler olduğu, Foucault'a çok yakın görüşlere sahip olduğu net şekilde görülebilir. İnsan- merkezci görüşe karşı olduğu belli olan yazarın anti hümanizm çizgisinden geçip geçmediği ise tartışmalı. Tüm Apollonik öğelere karşı soğuk bir öfkeyle kaleme alınmış olan eserde yazarın kendisiyle çoğu yerde çeliştiğini okur görebilecektir. özgürlüğü savunurken okurunu determinizme kurban vermesi eserin en büyük eksisi. Maslow ve Skinner atıflarındaki ton farkından yazarın görüşleri biraz daha net anlaşılabilecek bir yapıya kavuşuyor. Açıkçası tek taraflı yazılmış bir eser olmasına karşın çıkarımların çoğu yerinde. Foucault ve May arasında salınan jilet gibi keskin bir sarkaca benziyor bu eser. Herkese hitap etmeyecektir, (hatta anarşistlerin bile gözünü korkutacağını düşünüyorum.) ancak isyankar ve cesur yazınının kimi zaman temelsiz de olsa takdire şayan olduğu su götürmez. keyifli okumalar dilerim.

Not: "Cehennem" Ortaçağ sanatçılarının yaratıcılıklarını açıkça sergileyebildiği tek öğe olduğu için kitap adını buradan alıyor. Ortalamanın üzerinde bir yapıt ama başyapıt değil.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Gece Oturumları, Ken MacLeod


Uzak gelecek... İman ( Petrol ) Savaşları'ndan sonra nükleer silahların yıkımını tekrar açığa çıkaran insanlık, kendi eserinden o kadar tiksinir ki yabancı düşmanlığını körükleyen, insanları cahilliğe iten bir unsuru hayatlarından çıkarır: Din. Teizm ve ateizm kabul gören kıstaslar halini alırken geçmişin dinleri ve görüşlerini savunan kişiler güçlerini yitirir. Teknoloji, insan yaşamına fazlasıyla nüfuz etmiştir. Seküler materyalizmin altın çağında küllerinden yükselen bir oluşum, herkesin yaşamını tehdit edecek seviyeye gelmeden durdurmak ise İskoçya polis teşkilatından komiser Adam Ferguson'a düşecektir.

Fütüristik temalara fazlasıyla hakim olan yazar, sosyal dinamikler konusunda donanımlı olduğunu tüm kitap boyunca sergilemekten çekinmiyor. Orwellvari abartılı tezatlar, günümüzdeki olay ve örgülere vurgu yapıyor. Teknoloji, sosyal yaşamla o denli içli dışlı ki bugüne yapılan vurgular bile gözden kaçabilir ( iThink ). Yazar bu tonu okuruna aktarırken incelikli davranmış. Stanislaw Lem'in Yıldızlardan Dönüşü romanında olduğu gibi okuru o denli romana sokuyor ki bu eserin esasen bir distopya olduğu gözlerden kaçabilir. Sosyal kastlar yer değiştirirken dünya tarihinde her seferinde olduğu gibi o sırada güçlü olan görüşlerin kiralık kası olma görevi kolluk güçlerine düşüyor. "Tanrı Bölükleri" fanatiklerin kilise ve ibadethanelerini basmış, kimi zaman dövmüş kimi zaman öldürmüş. İman Savaşları'nın esasen kaynaklar adına yapıldığı bilgisi herkese açık bir bilgi olduğu için devir daimin ilk günlerinde düşmanlıklar fazlasıyla yoğun.

Mikroskobik kameralar, kızılötesi gözlem araçları, polislerin sağ kolu olan Leki'ler gibi fütüristik öğeler romana çok güzel yedirilmiş. İman savaşlarının ardından sakatlanan veya deforme olan ( mutilado 'lar ) çok sayıda insan sibernetiğin olanaklarından yaralanmıştır. Bazı üretilen savaş makinelerinin bilince kavuşması ve çoğunun sürgün edilmesi gibi öğeler insan ve robot arasındaki ayrımın fazlasıyla incelmesine yol açmıştır. Buna rağmen insanlık sorgusuna girmiyor yazar, garip bir şekilde o kadar başarılı ki girmediğini de pek fark ettirmiyor. Hikaye robotlara vaaz veren bir rahip / elektronik mühendisi olan John Richard Campbell, polis  komiseri Adam Ferguson ve Bir Vj olan Dave Varşova arasında gel gitlerle örülmüş.

Doğal olarak Turing testi göndermesi yapan yazar, insansı robotların hukuki ve etik açısından toplum vicdanında koca bir delik olduğunu vurgulayı, bazı pasajlarda usta Asimov'a selam vermeyi unutmuyor. Frankestein, Kubrick ve Clarke ( Uzay asansörü daha fazla ipucu vermeye gerek yok sanırım. ) atıflarında bulunan yazarın, "makinaların yükselişi " motifini hakkını vererek kurguladığı gözden kaçmıyor. Tıbbi iktidarı da inceden yeren yazar, karanlık gelecek kıstaslarını dolduracak bir öğeyi daha kurgusuna dahil ederek, kurgusunu ve komployu büyütüyor ( ustaca bir hamle ) : Mega şirketler. Son bölümlere doğru klişe de olsa taptaze bir açıyla vaize inancını sorgulatan yazar, son derece güçlü bir siyasi ve polisiye bilim kurgu kaleme aldığını okuruna bir kez daha kanıtlıyor. Ufak mantık hataları elbette mevcut ama sürükleyici yapısı, güçlü çıkarımları nedeniyle göze takılmıyor. Çeviri hatası bulundurmaması ve dipnotlarla tasvirlerin desteklenmesi diğer artıları. Önerilmeyecek gibi değil. Keyifli okumalar dilerim.

Not: "Modern çağın Orwell'i" ( henüz ) değil ama bu çırak ustasının yüzünü kara çıkaracak gibi durmuyor.

14 Temmuz 2013 Pazar

Gece Oturumları # 1, Ken MacLeod

"Başkasının acısını hissedemezdiniz. Buydu işte. Duygudaşlık, evet, mümkündü; beyninizde ayna-nöronlarınız anlayışla ışıldayabilirdi ama işin özünde kimse başkasının acısını hissetmezdi."

Anansi Çocukları, Neil Gaiman


Şişko Charlie, evlilik hazırlığında olan sıradan bir muhasebecidir. Düğün planlanırken boşanmalarından bu yana görmediği babasının ölüm haberini alan Charlie, doğduğu şehre cenazeye katılmak adına uçar. Aile dostlarından babasının Örümcek tanrı Anansi olduğunu öğrenen Charlie buna pek kulak asmaz. Aynı zamanda varlığından haberi bile olmadığı bir kardeşi olduğunu da öğrenen Charlie bu deli saçmalarından kurtulmak adına İngiltere'ye ve çok da matah olmayan yaşamına döner. Ancak kardeşi hayatına girecek ve Charlie'yi babasının günahları ve kendi geçmişiyle yüzleşmeye zorlayacak olaylar dizisini başlatacaktır... 

Taban tabana zıt olan iki kardeşin yeniden buluşmasıyla başlayan olaylar dizisi bolca rol takası içeren bir kurgu örgüsüne yol açıyor. Örümcek, kaygısız, sorumsuz, hedonist ve kendine güveni tam olan bir yarı-tanrı iken ; Şişko Charlie, uyumcu, sessiz, utangaç, endişeli bir karakter olarak aktarılmış. Yazar kitabı boyunca sık sık Kafka'ya göndermelerde bulunmuş. Kitaptaki pasajlarda otorite ve din sorgusuna giren yazar diğer kitaplarına göre mizahı daha çok kullandığı eserinde detaylı vurgulara yer vermemiş. Hitchcock atfı sıklıkla okurun karşısına çıkıyor. Bir bütünün parçaları olan kardeşler motifi Düalizm kokan yorumlarla desteklenmiş. Cehennem silahına da atıfta bulunan yazar, hukuk sistemini de eleştirmekten geri durmamış.

İhtiyaç - istek uyuşmazlığı antagonist karakter üzerinden işlenmiş ( "Ne dilediğine dikkat et gerçek olabilir." ) Aynı karakterin kendi varoluşunu ve kimliğini reddetmesinin ardından geçirdiği kaygı atakları zaten pamuk ipliğine bağlı olan akıl sağlığını daha çok bozuyor. Aynı karakter  Modern Batı iş dünyasını pençesine alan kayıtsızlık ve çıkarcılık görüşlerini de temsil etmesi için seçilmiş. Yazar, şarkı, hikaye ve düşüncelerin ( idea ) gücünü kurguladığı Totem alt boyutunda geçen pasajlarda sıklıkla vurgulamış. Bu boyut aynı zamanda Jung'un "kollektif bilinçaltı" nı da andıran bir nitelik taşımakta. Totemlerin Komplosu, yeri geçici olarak boşalan Anansi ve onun soyundan gelenlere karşı kadim kan davalarından güç alıyor.

Bürokrasi yergisini kadın polis karakterin ağzından aktaran yazar, rol takası motifini sıklıkla kullanmış. Örümcek ve Charlie arasındaki karakter özelliği akışı özellikle son sayfalara doğru daha net hale geliyor. Coats ve Kaplan eşleştirmesi biraz zayıf kaçsa da ve kitapta ufak mantık hataları bulunsa da akıcı, komik ve sürükleyici bir hikaye olarak okuru tatmin etme konusunda sorun yaşamıyor. "Amerikan Tanrıları" ve "Yokyer"'den okurun son derece tanıdık olduğu motifleri kullanmış olan yazar, bu kez mizahı daha çok hikayeye dahil etmiş ve bahsi geçen kitapların hüzünlü ve karanlık atmosferinden sıyrılmış. Bir yolculuk hikayesi bu, karakter kendini ve olacağı kişiyi arıyor eserde. Gaiman, kendini ve yazınını baştan icat etmemiş, ama okurunun sevdiği örgüleri, samimi ve esprili bir tonda aktarmış. Doğal olarak alıp okuyacaksınız. Keyifli okumalar dilerim.

Not:   Misket limonunuzu kitapçıdan istemeyi unutmayın.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Anansi Çocukları # 2, Neil Gaiman

"Şarkılarda önemli olan şey şu: Onlar da öyküler gibidir. Dinleyen yoksa bir halta yaramazlar."

Anansi Çocukları #1, Neil Gaiman

"Özür dilerim."
"Öyle mutfağa pislemiş köpek gibi habire özür de dileme. Başını dik tut. Dünyanın gözlerinin içine bak. Anlıyor musun?"

Android ve İnsan, Philip K. Dick


Usta yazar metnini, ilkel insan ideası üzerinden; nesne- özne tanımlaması yaparak ve antropomorfizm açılımlaması yaparak açıyor. Sibernetik ve insan zihnini yapay zeka kurulumu yaparak çözümleme çabalarına değiniyor. Teknolojinin ilerleme hızının toplumsal normların takip edebileceğinden daha hızlı değiştiğini belirtmek adına Stanislaw Lem atfı yapıyor ve "Dikiş makinası" adına okurun üzülmesini garantiliyor. Özgür irade sorgusuna değinen yazar yükselen kayıtsızlığa karşı uyarılarda bulunuyor: " Dış dünyayı daha canlı hale getirdikçe daha cansızlaşıyoruz."

İnsanlık sorgusuna giren yazar, özgün insanlık kavramının ölümünden bahsederken "uyumculuğa" diş bilediğini açıkça gösteriyor. İnsanın çabalarının anlamı olması adına hedeflerine ulaşırken insanlığını yitirmemesi gerektiğini ifade ediyor : "Ad astra par hominem" ( insan olarak yıldızlara ). Varlığımızın doğasını daha iyi kavrayabilmek adına çaba harcamamız gerektiğini çoğu pasajında vurgulayan yazar, bradbury'e atıfta bulunuyor ve bir hikayesini kendi yorumluyor. insanların en bayağı fesatlıklarının bile makinelerin en görkemli yönelimlerinden üstün olduğunu vurguluyor. Kayıtsız kalan yığınlar androidlerle özdeşleştirilmiş eserde. Orwell'e atıfta bulunuyor ve 1984'ün öğeleri üzerinden kendi zamanının gençliğini hem yüceltiyor hem de ufaktan sitem ediyor. Uyuşturucu için serbest kontrol laboratuvarları ile ilgili bilgilerini ve kişisel geçmişinden bölümleri okuruyla paylaşıyor.

Tıbbi iktidara yüklenen ve dönemin kişilik kasaplarını eleştiren yazar, şizofreni ve şizoid yapılar hakkında görüşlerini açıklıyor. Türümüzün doğal seçiliminin kadının dayanıklılığında yattığının altını çizen yazar ünlü bir İsa heykeli üzerinden görüşlerini detaylandırmış. "Dünyevi çilecilik" görüşüne kaymadan acının üstesinden gelme ve mücadelenin insanı insan yaptığını belirtmiş. Bu konuyla ilgili olarak son derece hüzünlü bir anekdot paylaşan yazar çoğa zaman Paglia'nın yüzünü güldürecek çıkarımlarda bulunmuş. Doğa kadın ile özdeşleştirilmiş, insanın kadının bağrına dönme özlemi ve doğayla bir olma arzusu üzerinde detaylı durmuş. bu biraz da olsa Freud ve Paglia harmanı görüşlerden sonra zaman algısı konusuna geçiş yapmış. Dante ve İlahi Komedyasına atıfta bulunduktan sonra romanlarında sıkça kullandığı öğeler olarak okrunun karşısına çıkan "zaman kaymaları" na değinmiş. Plak benzetmesini yapan yazar, zaman algımızdaki bozukluklar ( Ubik ), düşler ve gerçeklik sorgusu ( Aksın Gözyaşlarım Dedi Polis ) na değiniyor. Joyce'a atıfta bulunup otorite sorgusuna giriyor.

Guin'e ve eseri "Lathe of Heaven" e bolca güzelleme dizdikten sonra zihnin ve beynin ikiliği, sağ ve sol yarım küre bölümlenmesi konularında görüşlerini aktarıyor. Jung'un "kollektif bilinçaltı" yüceltiyor ve Gestaltçı bir bütünlük sunan "Noosfer" kavramı üzerinde duruyor. Çoğu romanının gördüğü rüyalardan esinlenerek yazdığını itiraf eden usta, Düalizm ve Taoist yorumlamalarla rüyalar ve yaratıcılık üzerine ufak bir söylev vermiş. "Androidler elektirikli koyun düşler mi?" romanına gizli bir atfı kayıtsız karakter yergisinde kullanmış ( kaplumbağa sorusu ). Maslow atfı ve varoluşçu akıma selam duruşunun ardından "Albemuth özgür radyosu" romanına gönderme yapmış. Yakından takip ettiği bir bilim adamı olan Ornstein'e yazdığı mektubu paylaşarak metnini kapatmış. Son derece akıcı yazımı ve samimi tonuyla buram buram isyan kokan bir kitap. Rahatlıkla öneriyorum. Keyifli okumalar dilerim.

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Cehennem Makineleri, Philip Reeve ( Yürüyen Kentler Serisi 3 )


Hester ve Tom, Anchorage kenti efsanevi ölü kıta kıyılarına demirlediğinde, Vineland'ı bulduklarında emekliye ayrılırlar. O zamandan bu yana 16 sene geçmiştir. Hester ve Tom'un kızları olan Wren, avcılık ve çiftçilikle geçinen Vineland'ı sıkıcı ve çekilmez bulmakta, macera özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Kent paraziti "Yitik Oğlanlar" , aralarından ayrılıp Vineland'a yerleşen Mukoza'yla temasa geçtiklerinde Wren bu buluşmaya şans eseri tanık olur. Küçük dünyası bu tesadüfle genişleyen Wren, Yitik Oğlanlar'ın peşinde olduğu Eski-Tekno yazıtı bulmak için liderleriyle antlaşma yapar. Wren'in henüz bilmediği şey ise, "Teneke Kitap" 'ı yıllar içinde dev bir orduya dönüşmüş olan " Yeşil Fırtına" nın da aradığı ve ele geçirmek için herşeyi yapabileceğidir. Wren talihsizlik sonucu Yitik Oğlanlar tarafından kaçırılınca Hester ve Tom'un tatilleri sona erer...

Serinin ilk 2 kitabından aşina olduğumuz karakterler bu devam kitabında önemli roller oynuyorlar. Hırsız ve yalancı Pennyroyal, Brighton adlı sal-mesirenin, yüzen şehrin belediye başkanı olmuş ve Yitik oğlanları avlamaktadır. Kalbur üstü konukları için bir tatil beldesi ve turizm cenneti olan bu şehir ötekiler için bir köle pazarıdır. Anna Fang, diriltildikten sonra güçlü bir kolordu kurmuş, eskiden ajanı olduğu Mobillik karşıtları ve sabit şehirlere kan kusturmaktadır. Yıllardır süren savaş "Diriltilenler Ordusu" na katılacak, tekno cerrahlar tarafından işlenecek bol sayıda naaş sağlamaktadır. Shrike, dahi kabul edilen genç bir tekno cerrah tarafından bulunur ve onarılır, Anna Fang'in kişisel koruması olması için sunulur.


Karakterlerimiz arasındaki aşk, Hester'ın ihaneti ortaya çıkmadığı için sarsılmamıştır. Ancak Tom, onun içindeki karanlıkla Vineland kıyılarında tanışınca ilişkilerinde ilk çatlaklar oluşur. Yazar, Hester'ın deformasyonu üzerinde gene fazlasıyla durmuş. Hester'ın yarası ve vahşi yönünü sıklıkla özdeşleştiren pasajlar bu kitapta da mevcut ve stereotipi destekliyor. Birbirine son derece zıt olan bu karakterlerin ilişkileri ciddi sınavlara tabi tutulmuş eserde. Hester ve kızı arasındaki çekişme tüm olay örgüsünün başlangıcını oluşturuyor. Brighton üzerinden vahşi kapitalizm eleştirilerini ifade eden yazar, Shkin karakteri üzerinden ise tüm dünyaya egemen olan çıkarcılık düşüncesini eleştirmiş. Anna Fang ve Shrike üzerinden insanlık sorgusuna gireceğini düşündüren yazar, bu konu üzerinde fazla durmamış. Kölecilik, isyanla ilgili pasajlarda son derece güçlü tezatlarla eleştirilmiş. " Cehennem Makineleri", diriltilen iz sürücülere bir gönderme. Yazar bu motif üzerinden metal aksamların altında çoktan ölmüş yürekleri ve kayıtsızlığı vurgulamış.


Eski dünyanın artıklarının anlamsızlığı yazarın tüm kitaplarında bulunan hoş bir detay olarak gene göze çarpıyor. Yeşil Fırtına'nın yürüttüğü bitmeyen savaş sloganları kıyamet sonrası dünyada güzel bir tezat olarak göze çarparken çevreci görüşlerin altını çiziyor: "Dünya Tekrar Yeşillendi." Yürüyen kentlerin doğa katliamı ile olan ilişkileri ve doğaya tahakküm vurguları kurgu içerisindeki yerini "Bitmeyen savaş" motifine devretmiş. Yeşil Fırtına'nın töreleri ve tüzükleri üzerinden militarist toplum eleştirileri yönelten yazarın, T.S. Elliot'u alıntısı gerçekten çarpıcı ve hoş bir kurgu oyununu biçimlendiren bir dil oyunu olarak okurun karşısına çıkmakta. İlk iki kitabının temposunu ve yazım dilini koruyan yazar, akıcı ve yüksek oktanlı pasajlarla okuru kitaba bağlıyor. Bazı yerlerde kurgusu yalın kaçsa da taze konseptin hatrına keyifle okunuyor. Başka incelemelerde görüşmek üzere, keyifli okumalar dilerim.

 

NOT:  "Cehennem Makineleri" 'ni bana hediye eden ON8 yayın evine teşekkür etmek istiyorum, uzun bir iş gününü çekilir kılan bu hoş jestlerini unutmayacağım. Daha önce belirtmemiştim, her kitap kendi ayracıyla beraber geldiği için ayraç biriktiren kişileri memnun edecektir. Aynı zamanda başarılı kapak tasarımlarını da tanıtmak amaçlı bir fotoğraf çekme gereği duydum.





1 Temmuz 2013 Pazartesi

Ayyaş Yürüyüşü, Leonard Mlodinow


Yazar metnini, olasılık ve istatistikle ilgili ufak önermelerle açıyor. Cardano ve çalışmalarına değinip kumarbazdan bilim adamına dönen bu ilginç kişiliğin trajik yaşam öyküsünü okuruyla paylaşıyor. Olasılık hesaplamaları için evrilmediğimizi savunan yazar, Pascal ve kuramlarından bahsettikten sonra ünlü "Pascal Bahsi" ni açıklıyor.

Matematikçileri zayıf noktalarından vuran ünlü Martin Gardner problemi "3 kapı" yı çözümleyerek metnini ve çıkarımlarını destekliyor. Olasılık kuramlarından bahsettikten sonra loto dümenlerine geniş yer ayıran yazar, mizahı da metninden eksik etmediğini göstermiş oluyor böylece. Raslatısallığın frekans ve öznel yorumları arasındaki farkları açıklayan pasajından sonra kaosun "ironiyle yüklü mükemmellik" olduğunu belirtip, rulet masasına davet ediyor okurlarını. Bernoulli, Huygens, Newton, Liebniz'in kuramlarını açıklıyor, Benford yasasını tanıtıyor. Zeno çelişkisi üzerinden çok vakit kaybetmeden Bernoulli'nin büyük sayılar yasasının Makyavellist algıya derin bir darbe vurduğunu matematiksel olarak da kanıtlıyor.

Tüm insanların "Kumarbazın yanılgısı"'ndan muzdarip olduğunu belirtiyor: " Kumarbazın yanılgısı bilinçaltı düzeyde herkesi etkiler. İnsanlar kötü şanslarının ardından şanslarının düzelmesini beklerler ya da iyi giden şanslarının bozulacağından endişe ederler." sahte pozitifler ve pozitif yanılgılarla ilgi bölümde ise şartlı olasılık kavramı tanıtıyor. Bayesyen çözümlemelerin endüstri ve bilimin vazgeçilmezleri arasında olduğunu belirtiyor. Savcının yanılgısı kavramına ve adalet sistemine dair ufak çapta eleştirilerden sonra, Lavoisier, Laplace ve William James'ten alıntılar yapıyor. Çan eğrisini esasen Moivre'nin keşfettiğini ifade edip Merkezi Limit Kuramı ve Gauss'un çıkarımlarına değiniyor. Rastlantısallık ve düzensizliğin sık sık birbiriyle karıştırıldığını ifade eden yazar, yaşam süresi beklentisi ve ölüm raporlarının nasıl ortaya çıktığını açıklıyor. Poincare'den bahseden yazar, Forensik ekonomi kavramını okura tanıtıyor.

Quetelet, ve sosyal fizik türetmesi, hata yasasından çıkarımı yapılan " ortalama insan" , kalitecilerin adı gibi bildiği 80'e 20 yasasına değinen yazar Darwin'in kuzeni Galton'dan bilime katkılarından bahsediyor. galton'un "insan ıslahı" hayallerinden ve ortalamaya gerilemeye eğilimden bahseden yazar bağıntı katsayısını da es geçmemiş. İstatistiksel fiziği ilk kez uygulayan kişinin Einstein olduğunu belirtip Kitaba adını veren Brown hareketine geçmiş. Paylaşılan yanılsamalar ve sosyal örüntüleri açıklıyor: " Örüntüleri aramak ve bulunca da anlam atfetmek insan doğasında vardır."

Keskin nişancı etkisinden bahsettikten sonra, kontrolün bizde olduğunu hissetme ihtiyacımız ile rastlantısallığı algılayışımız arasında tem bir çelişki olduğunu ifade ederek Langer'in deneylerine ve onama eğilimlerine geçiş yapıyor. Son bölümü determinizm ve özgür irade tartımşasına ayıran yazar, determinizm modelininin yetersizliğini "Başlangıç koşullarına kritik bağlılık" ' ın doğurduğu "kelebek etkisi" ile kanıtlıyor. En son sayfalarda Statükoyu haklı çıkarma davranışları gösterdiğimizi ve sosyal etkilerini masaya yatıran yazar tarafsız, cesur ve doyurucu bir eser kaleme aldığını açıkça gösteriyor. Başka incelemelerde görüşmek üzere.

Komadaki Sevgilim, Douglas Coupland


Lise son öğrencileri olan Richard ve Karen genç aşıklardır. Çılgın bir partiye katılmadan önce yaşadıkları kaçamağın tatlı mayvaşlığını üzerlerinden henüz atmamışlardır ki Karen bilincini yitirir. Komaya giren Karen, arkadaşlarının hayatlarını dondurmuştur bir bakıma. Çocuksu ve kinik hamilton, inek ve mesafeli Linus, manken adayı güzel Pamela, zeki ve sağduyulu Wendy ve Richard, yeni yaşamlarına arkdaşları olmadan başlamak zorundadırlar. hayatın masumiyetlerine ve hayallerine ne şekillerde saldıracağından haberleri yoktur henüz. Herbiri ayrı yönlere savrulurken en sert darbeyi Richard alır: Karen hamiledir...

Yazar, X kuşağının kaybedenlerini, kara koyunlarını , modern çağın en büyük günahkarlarını kaleme almış: Verimsizleri, uyumsuzları. Hepsi üzerlerine yıkılan kültürel baskı ve uyumculuğun dayatmalarına karşı farklı yöntemlerle başa çıkmaya çalışıyorlar. Wendy, kendini derslerine veriyor ve başarılı bir doktor oluyor, ancak kendine ve hayatına ayıracak vakti ve enerjisi kalmıyor. Hamilton, çocuksu tavırları ve patavatsız tavırları ile insanlarla temas etmekten kaçıyor. Pamela, kendini ondan beklenen hayata teslim ediyor ve Vogue'un kapaklarını süslüyor; kokain ve mücevherle dolu bir hayal dünyasına sığınıyor. Linus, sağlam bir mühendis oluyor ve kendini izole ediyor, elektriğe insandan çok değer veriyor. Richard için ise hayat donmuş, uyuyan güzeli nin ayılması hayaline kadar içkiyle öldürülen bir zaman diliminden başka bir anlam ifade etmiyor. Karen'in annesi Lois ise kendi imajında yontabileceği yeni bir çocuk olduğu için kızının kaybnı hissetmiyor.

Karakterler dağılmış hayatları arasında koşturur durur, tutunmaya çalışırken yaşam akar gider. Karen ve Richard'ın kızı Megan küçük bir goth, asi ve vahşi bir gence dönüşür. Richard ne kadar temas etmeye çabalasa da bir otorite veya saygı figürü yerine bir utanç kaynağıdır. Donuk ve gittikçe kabullenmeye dönen bir hüznün hakim olduğu kurgu kimi yerde amatörce hatalara sahne olsa da karakterlerin duyguları genelde güçlü işlenmiş. Tüm hayatını sevdiği kadını beklemeye ayıran adam motifi ise en taş yürekli okuru bile duygulandıracak kadar çarpıcı. Teknoloji ve getirileri masa altına yatırılsa da güçlü argümanlar sunamıyor kurgusu.

Ancak 17 yıldan sonra Karen gözlerini açtığında kurgu hız kazanıyor, duygusal yumruk salvolarıyla okuru kendine bağlıyor. Onun yaşamına 17 yıl yaşlanmış dünya, sevgilisi ve arkadaşlarının, ailesinin yeni hayatlarına, küçük kızını tanıma ve bedenine hükmetme çabası son derece canlı ve başarılı bir şekilde okura sunuluyor. Yazar bu noktadan sonra kitabına bir son yapsa, uyumculuk karşıtı görüşlerini karakterlerin sefaleti üzerinden vurgulamaya devam etse daha iyi olacakmış denilen noktaya geliyor. Karen'in uyanmasından kısa süre sonra nasıl ortaya çıktığı bilinmeyen bir hastalık Dünyayı kasıp kavuruyor. Yakalanan kimseler yorgunluk ve denge kaybı gibi belirtiler sergiledikten sonra uykuya dalıyor ve yaşamlarını yitiriyorlar. Kısa zaman içinde dünyada tanıdığımız karakterler hariç kimse kalmıyor... Vonnegutvari motifleri kullanmayı seven bir yazar olan Coupland bir hayaletin bakış açısıyla aktarıyor son bölümlerdeki olayları. Ancak bir karşı kültür devrimi manifestosuna dönüşen metinde kendisiyle çelişen, ciddi mantık hataları yapan yazar çok zayıf bir sonla kitabını bitiriyor. Geneline bakılınca çok daha fazlası olabilecek bir kitap, ama ortalamayı geçemiyor. Başka incelemelerde görüşmek üzere.